29 Haziran 2009 Pazartesi

Eni Vici Vokke


80’ler çok güzel günlerdi. Belki de o günlerde çocuk olduğumuz için bize öyle geliyordu. Şimdi ise geçmişe, çocukluğumuza bir özlem duyduğumuz için o günleri güzel diye hatırlıyoruz belki. Ama öyle değil be…Güzeldi o günler. Genel kültür düzeyimiz TRT’nin bize sunduğuyla doğru orantılıydı. Müzik hayatımızda genelde öyle. Sezen Cumhur Önal, ''Çikolata renkli bir sanatçımız var sırada; Michael Jackson söylüyor, Bad.'' diyerek tanıtırdı bize popun kralını. İlkokulda Michael Jackson, Madonna salla salla vur duvara diye az geyiğini döndürmedik koca kralın. En büyük geyik ise tek jetonla Street Fighter bitirmeye kastığımız atari salonlarında dönerdi. ‘’Olm var ya Michael Jackson ölünce kendini donduracakmış. Sonra ölümsüzlük bulununca çözeceklermiş adamı.’’. Güzel günlerdi işte o günler. Şarkı sözünü bilmeden, hatta tek kelime İngilizce bilmeden şarkılarını söylemeye kasmak. ‘’ Eni Vici Vokke’’ diye güya Smooth Criminal’ı söylediğini zannetmek, Moonwalk yapacağım diye maymun olmak filan.


Benim gibi pop müzikten nefret eden bir adamı bile sarstı kralın ölümü. Evet kralı geçen gün kalp krizi sonucu kaybettik. Sadece kendisi değil bir nesil, bir kuşak, 80’ler de öldü onunla birlikte. Keşke doğru olsaymış lan ilkokul geyiğimiz. Dondursalar ve diriltseler adamı…


27 Haziran 2009 Cumartesi

''Van Basten misin Ümit Karan''


İkinci Dünya savaşından sonra Avrupa ülkelerinin genelinde gözüken ama en çok Almanya’da hissedilen işgücü azlığı yüzünden, Türkiye’den binlerce vatandaşımız trenlere doluşup ‘’Almanya, acı vatan’’ın yolunu tutmuştu. Bu vatandaşlarımız aradan geçen süre içinde oraya yerleşti ve ailesini orada kurdu. Her ne kadar Türkiye’yi unutamasalar da ekmek oradaydı onlar için. Çocukları orada büyüdü ,orada okudu. Sonra onların çocukları da büyüdü, onlar da orada okudu. Bu hikaye günümüze kadar böyle geliyor. Oraya ilk gidenlerin torunları şu anda Almanya’da milletvekili bile olmuş durudalar. Herkes kendince bir çıkış, bir emek mücadelesi verdi acı vatanda. Kimisi işçisin sen işçi kal düstürüyla devam etti kimisi de ticareti denedi. Gençler ise başka bir şeyi keşfetmişti; spor. Almanya’nın yüksek imkanlarıyla başarılı olurlarsa kendilerini kurtarabileceklerdi o sıkışmışlıktan. İşte bunu gören bazı Türkiyeliler Almanya’da Berlin Türkiyemspor’u kurarak o gençlerin önünü açmaya uğraştı. Çünkü onlara göre bizim gençlere gerekli şanslar verilmiyordu. 


O Berlin Türkiyemspor’da 90’lı yıllarda bir genç sivrilmeye başlamıştı. O da kendini gösterip bu sıkışmışlıktan kurtulmak istiyordu. O gencin adı Ümit Karan’dı. 19 yaşında Berlin Türkiyemspor’da oynarken ülkemizin en gezgin, en araştırmacı başkanlarından İlhan Cavcav’ın radarına yakalanmıştı. Türkiye’ye geldi sonunda, acaba yeni bir başlangıç mıydı onun için. Gençlerbirliği ile çıktığı maçlarda gayet başarılı performans göstermeye başlayınca bir anda isminden epey söz edilmeye başlandı. Evet artık istediği yerdeydi, kendini herkese kanıtlamıştı. 5 sene oynadığı Gençlerbirliğinde çok başarılı bir performans çizdi ama onun gözü daha da yükseklerdeydi. Galatasaray her transfer döneminde Ümit ile ilgileniyor ama İlhan Cavcav’ı ikna edemiyordu. Sonunda Cavcav ikna oldu ve Karan 2001 yılında Galatasaray’a imzayı attı. Galatasaray’da ise başarısız bir Serkan Aykut denemesi kafalarda hep acaba sorusunu bırakıyordu. Ümit ise bu soruları forma giydiği maçlarda sildi. 8 sene boyunca oynadığı maçlarda gollerini attı, attırdı. Geçiğimiz 2008-2009 yılında belki iyi bir performans gösteremedi, belki Hagi döneminde istenmeyen adam oldu ama her zaman Ümit Karan’dı o. Hatta sadece Karan’dı.

Kadıköy’de golünü atıp tribünlere sesiniz gelmiyor diyendi, yine Kadıköy’de havada topa uçan ve hem topu hem kendini ağlara yollayandı, İkiz kulelerin yıkıldığı 11 Eylül günü Lazio’yu yıkandı, Nou Camp’ta Frank De Boer kafasını uzatmadan ayağını araya sokup topu filelere yollayandı, Kayseri’de harika bir gol atıp seyircileri kameraya alandı, Anfield Road’da oyuna girer girmez attığı 2 golle KOP tribününe tırnaklarını yedirendi, Ali Sami Yen’de Fenerbahçeli oyuncuların provakasyonuna karşı orta yuvarlakta nöbet bekleyendi, İzmir’de oynanan Vestel Manisaspor maçında orta sahadan gelen topa gelişine müthiş vuruş yapan ve kalecinin tüm çabasına rağmen topu ağlara yollayandı Ümit Karan. O öyle bir goldü ki spiker bile şaşırmış ‘’Van Basten misin Ümit Karan’’ diye bağırmıştı. 

İşte böyle efsane bir adam resmi sitede 3 satır bir yazıyla veda etti Galatasaray’a. Resmi sitenin yazısı 3 satırdı ama taraftarın gönlünde roman gibi bir veda yazısı vardı onun için. Tıpkı tüm yaşattığı zaferler gibi. Her şey için teşekkürler Ümit Karan, bu taraftar seni unutmayacak.


24 Haziran 2009 Çarşamba

Livorno

Livorno geçen hafta sonu yapılan play off finali 2 maçında, sahasında Brescia'yı 3-0 yendi. Böylece tekrar Serie A'ya yükselmiş oldu. Milan ve Nazio maçlarını şimdiden iple çekiyoruz. 'Silvio, geliyoruz!!!'

16 Haziran 2009 Salı

15 Haziran 2009 Pazartesi

2008/2009 NBA Şampiyonu Los Angeles Lakers





Los Angeles Lakers işi fazla uzatmadan 5.maçta da Magic'i yenerek şampiyonluğunu ilan etti. Aslında herkesin favorisiydi ama Magic, Cavaliers'a gösterdiği direnci Lakers'a karşı hiç gösteremedi. Bunda Kobe'nin hem oynayıp hem de takımını oynatmasının payı da kuşkusuz büyük. Bazı maçlarda Arıza bazı maçlarda da Odom yıldızlaştı. Fisher ise 4. maçta işi bitiren üçlüğü gönderdi. Kobe'de finallerin MVP'si oldu.

12 Haziran 2009 Cuma

Sivasspor vs. Chivas


Meksika takımlarından Chivas Guadalajara, 12 Temmuz'da Hollanda'nın Deventer şehrinde Sivasspor ile hazırlık maçı yapacağını açıkladı. Tabi rakiplerinin Türbülent gibi bir hocaları olduğunu bilseler bu maçı alırlar mıydı yine bilemiyorum. Omar Arellano, Johnny Magallon, Ramon Morales ve Alberto Medina dikkatli olsun sakatlık, kaza bela gelmesin başa. Onlar Apertura'da çok lazım Chivas'a.

11 Haziran 2009 Perşembe

Ronaldo ile Kaka yan yana oynar mı?


Cristiano Ronaldo 94 milyon euro karşılığında Real Madrid'e transfer oldu. Madrid ekibi yine aç kurt gibi saldırı vaziyetinde. Tabi bu kadar hücum oyuncusu almanın onlara çok başarı getirmeyeceğini görmeleri lazım. Neyse o kadarı bizi ilgilendirmez diyerek basınımızın klasik sorusunu soralım; ''Ronaldo ile Kaka yan yana oynar mı?''

9 Haziran 2009 Salı

Formula 1 ve Seyirci Sorunu Üzerine


Geçtiğimiz hafta sonunda koşulan F1 Türkiye Grand Prix'ini yine İngiliz pilot Jenson Button kazandı. Ancak yarıştan çok seyricilerin ilgisizliği ve boş tribünler konuşuldu. Tribünler gerçekten boştu ama bunun sebebi neydi. Medyada bahsedildiği gibi halkın Formula 1'e yabancılığı ve ilgisizliği mi, pistin konumu mu, gerekli reklamın yapılamaması mı yoksa başka bir şey mi? Bu soruya cevabım kesinlikle başka bir şey olacak. Bu organizasyona ilgisizliğin çok büyük oranda sebebi yükset bilet fiyatlarıdır.

Formula 1 2009 Türkiye Grand Prix'ini yerinde izlemek isteyen birisinin cebinde çıkacak en az para 90 TL idi. Yani bu en ucuz olan açık alan bilet fiyatlarıydı. Bronz tribün 150, Silver tribün 350, Ana tribün ise 550 ve 750 liraydı. Şimdi şu fiyatlara bakınca ilginin az değil fazla olduğunu düşünüyorum. Aslında bu yılki organizasyona gitmek için epey heveslenmiştim. Formula 1'e bir renk, değişiklik gelmişti ve bizim organizatörlerin artık bilet fiyatlarını aşağıya çekeceğini düşünmüştüm. Ancak tamamen yanılmışım. Asgari ücretin 300 dolar civarında olduğu bir ülkede en kötü tribün bileti fiyatı 100 dolar oldu. Gerçekten şaka gibi. Birde buna ulaşım masraflarınızı, yeme içmeyi eklerseniz maaşı bırakıp dönmeniz olasıdır.

Eğer gelecek yılda böyle boş tribün istemiyorlarsa reklam yapalım, ilgi çekelim, halkı teşvik edelim fikirlerinden ziyade şu bilet fiyatlarına bir ayar yapsınlar. Açık alan fiyatları 30-40 lira, bronz tribün 60-70 lira, silver tribün 150 lira civarında filan olursa bakın bakalım halk ilgisiz mi değil mi. Ancak bu kafayla giderlerse seneye tribünleri kapatmaya brandaları bile yetmeyebilir.

Pendik Faciası ve 2010 Galatasaray'ı


Başlığa bakarak ne alaka diyenler olacaktır. Ancak biraz alakalı bir konu. Fenerbahçe 1999-2000 senesinde kötü durumdaydı. Önce sezona Rıdvan Dilmen yönetiminde başlamıştı ama işler Aziz Yıldırm'ın istediği gitmeyince daha 5 maç sonunda Rıdvan Dilmen ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu aşamadan sonrası ise hayli ilginç. Çünkü Fenerbahçe ünlü bir yabancı hoca getireceğiz diyerekten Zdenek Zeman'ı takımın başına getirmişti. Zdenek Zeman İtalya'da doping ile ilgili yargılanmış ve ceza almış bir hocaydı. Geldiği zaman, ben oyunculara göre sistem yapmam oyuncular benim sistemime uymak zorundalar demişti zat-ı muhteremleri. Sistemi ise bir türlü vazgeçmediği 4-3-3'tü. O sistem ligde Fenerbahçe'yi çok daha beter edip Türkiye kupasında meşhur Pendikspor elenişine yol açmıştı. Bugünlerde Rijkaard ve sistemi üzerine de çok yazıp çizdik. Herkes onun da 4-3-3'ten vazgeçmeyeceği ve o sisteme göre oynayacağı üzerine yoğunlaşmış durumda. Tabi o dönemki Fenerbahçe kadrosu ile bugünkü Galatasaray kadrosunu kıyaslamak gibi bir hata yapmayacağım. Ayrıca Zeman geldiğinde sezon başlamış ve ligler oynanıyordu. Rijkaard'ın ise önünde uzun sayılacak bir hazırlık dönemi var. Daha da önemlisi transfer dönemi daha yeni başladı. Yani istediği tipte oyuncuları mevcut bütçeye göre alabilir. 

Rijkaard'ın sistemi oturtup oturtamayacağını yavaş yavaş göreceğiz. Hiç ummuyoruz ama ilk maçlarda işler iyi gitmezse sistemimden taviz vermem mi diyecek Zeman gibi, yoksa bir B planı hazırlayacak mı? Bunlar benim merak ettiğim konular. Ayrıca Barça'nın gösterdiği sabrı da biz Galatasaray camiası olarak gösterebilir miyiz, medya ve bazı ''taraftar'' baskılarına direnebilir miyiz? Ümit ederim ki lige ve Avrupa ligine fırtına gibi başlarız da zaten eleştirmek için hazırda bekleyenlerin ağzını iyice kapatırız.

7 Haziran 2009 Pazar

Rijkaard ve taktiği


Rijkaard'ın Galatasaray'a transferi bütün forumlarda, bloglarda, ve gerek göresel gerek yazılı medyamızda fazlasıyla yazıldı, çizildi. Şimdi Rijkaard Galatasaray'da diye sağır sultanın bile duyduğu haberi buraya eklememin alemi yok. Biraz farklı konulara el atalım ve Rijkaard'ın Galatasaray'a ne verip ne veremeyeceği, tekniği taktiği ile ilgili yazalım.

Yönetimin sonunda Alman ekolünden vazgeçmesi bile aslında bir devrim başlı başına. Ancak üstüne bir de bütün Dünya'nın bildiği ve saygı duyduğu bir teknik adamla anlaşması kısa bir şok yaşattı bizlere. Gerçi artık 2.sınıf hocalardan medet umma devrini kapatmıştı yönetim görüldüğü kadarıyla ancak yine de tam emin olamıyorduk. Rijkaard'ın resmi olarak 2 yıllık sözleşmeyi imzalaması ile bu endişelerimiz e son buldu. Euro 2000'de oynadığı futbolla sonunda bir kupa alacak bu portakallar galiba dedirtmişti bize. Hollanda'nın en büyük başarısı olan 88 Avrupa şampiyonluğunda futbolculuğu ile kaldırmıştı kupayı Frank ve bu sefer teknik adam olarak alacak gibiydi. Ancak yine olmadı. İtalya'ya karşı yine son derece iyi oynanan ve 2 penaltı kaçırdıkları bir maçta, seri penaltılar sonucu elenmişlerdi bu sefer de. Üstelik kendi evlerinde bu kadar kupaya yaklaşmışken. Tabi bu ne kadar yıkıcı bir sonuç olursa olsun oynadıkları futbol ile akıllardı kalmıştı Hollanda. Ardından başarısız bir Sparta Rotterdam denemesinden sonra Barça'nın başına geçti. Barça ise Real Madrid'in üs üste aldığı başarılardan sonra silkinip kendine gelmek istiyordu. Ancak lige girişi pek iyi olmamıştı Rijkaard'ın. İşler istediği gibi gitmiyor ve Barça kötü sonuçlar alıyordu. İspanyol basını her ne kadar göndermek için uğraşsada Barcelona yönetimi arkasında durdu ve ileride şampiyonlar ligi şampiyonluğunu getirecek olan süreci bir anlamda başlattı.

Rijkaard tipik bir Hollanda'lı olarak Total Futbol'a sıkı sıkıya bağlı aslında. Her ne kadar bazı oyuncularla sorun yaşamış olsa da onları en iyi biçimde kullanmakta üstüne yok. Barcelona'da iken 4'lü defanstan modern bir teknik adm olarak vazgeçmedi tabi. O yüzden defans kurgumuzun 4'lü olacağı aşikar. BArça'nın o dönemdeki taktiği de 4-3-3 idi. Orta sahada Xavi, İniesta, Deco. Sol açıkta Ronaldinho, sağda Messi ve forvette Eto'o. Galatasaray'da mutlaka benzer bir taktikle oynayacaktır. İleri üçlüsü Barça kadar olmasada Türkiye standartlarına göre hayli iyi Glatasaray'ın. Forvette BAros Kanatlarda Arda ve Kewell. Burada asıl sorun Kewell ve Arda'nın yeri olacağa benzer. Liverpool'dayken de Baros'un hemen solunda forvete yakın oynuyordu Kewell. Bu ikili ile İstanbul'da Milan'ın karşısına çıkmıştı Liverpool. Tabi asıl sorun Arda'nın da sol kanatta oynamaya hayli alışmış olması. Aslında uzun yıllar sağ kanatta oynayan Arda, Erik Gerets ile beraber sol kanada yerleşmişti. Bu sezon sağ tarafata oynadığı maçlarda biraz daha tutuk gözüktü. Ancak ben maç içinde sürekli yer değişen bir Kewell Arda ikilsi ile bu sorunun bir ölçüde aşılacağı kanısındayım. 

Önemli noktalardan birisi orta saha üçlüsü olacaktır. Galatasaray orta sahası her ne kadar güçlü gözüksede bazı eksiklikleri de mevcut. Belki transfer bu mevkiye gelecektir Rijkaard'ın isteği doğrultusunda bunu bilemeyiz ama biz mevcut kadroya göre bir değerlendirme yapalım. İniesta-Deco-Xavi üçlüsü Barça'nın kalbiydi aslında. Hem hücumda hem savunmada etkin rol oynuyorlardı. Galatasaray'da Mehmet Topal, Ayhan, Linderoth, Barış ve Lincoln gibi isimler var orta saha için. Ben Mehmet Topal ve Ayhan'ın Rijkaard'ın hem savunma hem hücum takımı için iyi bir ikili olduğunu düşünüyorum. Ancak 3. isim kim olacak, sorulması gereken soru bu. Porto ve Portekiz Ulusal takımında ofansif orta saha olan Deco'nun Barça sisteminde tipik bir orta saha oyuncusu olduğunu gördük. Acaba Lincoln Rijkaard ile daha çok koşan ve arzulayan bir oyuncu olarak yeniden doğabilir mi? Yani Rijkaard Lincoln'den bir Deco yaatabilir mi? Bunu yarın detaylı biçimde inceleyeceğim. Ancak Lincoln'den Deco olur mu derken birebir Deco gibi olur mu'dan ziyade orta sahanın ortasında oynayacak düzeye gelebilir mi'yi kastediyorum. Belki Galatasaray açısında en kritik soru bu. Çünkü bu 4-3-3 düzeninde Lincoln'ün başka türlü şans bulması zor.

Savunma hattında ise en büyük sıkıntı yine sağ bekte gözükecek gibi. Sabri'nin savruk oyunu, Serkan'ın tecrübesizliği, Uğur'un sakatlığı derken sıkıntılı bir mevki Galatasaray için. Hakan Balta'nın daha çok savunmacı bir bek olduğunu da düşünürsek, savunma kanatlarından daha az faydalanabilecek gibi gözüküyor hoca. Ancak sezon başı kampında bu sorunlara bir çözüm bulacağını düşünüyorum. Arda ve Kewell'ın biraz mücadeleci ve savunmaya yardımlı oynayacağı da aşikar. Rijkaard'ın her türlü koşan bir takım yaratacağı kesin. Ancak oyuncuları tersleyen ve kendini kanıtlama çabasına girerek gereksiz yere soğukluk yaratacak bir davranışta buluncağını hiç düşünmüyorum. Her şeyden önce önce oyuncular hocalarına müthiş bir saygı duyacaklardır. Nonda'sından Lincoln'üne kadar kimsenin mücadele etmeden ve koşmadan forma isteyeceğini sanmam. Ama formayı hakediyorlarsa da takım içindeki bazılarının sözünü filan dinlemeden Rijkaard'ın formayı vereceğini de biliyorlardır. 

Şimdi Total futbol zamanı, şimdi Galatasaray zamanı. Yeter ki Barcelona gibi sabır gösterilsin. Hoşgeldin Frank Rijkaard.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Meksika Clasura 2009 şampiyonu: Pumas




Pumas hayli zor final serisinde Pachuca'yı ilk maçta kendi sahasında 1-0 yenmişti. İkinci maçta işlerinin zor olduğunu düşünüyordum. Aslında Pachuca maça baskılı da başladı, golü de buldu ama normal süre 2-1 bitince uzatmalara geçildi. Tabi daha uzatmalara geçilmeden Pachuca  Munoz'un atılmasıyla 10 kişi kalınca işi daha da zorlaştı. Birde uzatmalarda Calero yenmeyecek golü yiyince kupa Pumas'ın oldu.