30 Mart 2010 Salı

Ali Sami Yen'deki Son Şampiyonlar Ligi Maçı

Dün kafama bir soru takılmıştı. Açıkçası uzun saatler düşünmeme rağmen bir türlü cevabını bulamadım. Galatasaray, Ali Sami Yen'de en son ne zaman şampiyonlar ligi maçı oynadı diye düşündüm durdum. Uefa.com'a girmesem cevabı da bulamazdım. Bizim için öyle uzun sayılacak bir zaman geçmiş ki. 26 Ekim 2002'de Lokomotif Moskova'ya karşı oynamışız son maçımızı. Son golümüz de Felipe'nin müthiş ara pasında Hasan Şaş'tan gelmiş. Şu ara paslarını görünce Felipe'nin gidişine bir daha üzülüyorum. Ama koşmuyordu o değil mi, boşverin iyi olmuş gitmesi.

27 Mart 2010 Cumartesi

Havada Bulut Yok


Geçen günlerde bir yazısına denk gelmiştim bu şahsın. Ancak ironi yapıyor diye pek dikkate almamış ve es geçmiştim. Meğerse adam ciddiymiş yahu. Bugünkü yazısında iyice açığa çıkardı yüzünü. Yiğit Bulut'tan bahsediyorum. Yazısını buraya kopyalayıp hiç okutmayacağım kimseye. Çünkü her zaman olduğu gibi yine saçmalamış. Rasmussen'e hakaret edip bunu bir övünç kayanağı olarak gören ve bizim Facebook'cuların en sevdiği adamlardan olan Bulut, torpille oturduğu koltuktan durmadan sallıyor. Aklının ermediği işlere de bulaşıyor, anlamadığı işlere de. ''Hoca''sını canlı yayına alıp saçını yaladığı gibi yalayan vatandaş, aklının ermediği evrim tartışmasından tutun da yine aklının ermediği siyasete kadar giriyordu. Hadi dedik izlemiyoruz geçiyoruz, zaten gazetede köşesini de okuduğumuz yok öyle takılsın. Ama bugün gördük ki yine aklının ermediği futbola el atmış. Hadi arkadaşlar Adnan Polat'ı seçtirmeyelim diye saydırmış. Ben kendisi kadar terbiye sınırlarını zorlayacak birisi olmadığımdan gülüp geçiyorum artık. 

Yine Galatasaray liseli, büyük filozof Sakallı Celal'in dediği gibi; "İnsanoğlunda zeka, midyedeki inci gibidir. Hepsinde bulunmaz"

26 Mart 2010 Cuma

Kurşun Geçirmez


Kurşun geçirmez dedik ama adam harbiden öyle çıktı yahu. Salvador Cabanas yaşanan talihsiz vurulma olayından sonra ayaklanmış bile. Kim ola ki derseniz sağdan üçüncü kişi efsane Cabanas'tır.  Aylar sonra ilk kez Buenos Aires'teki rehabilitasyon merkezinde bir fotoğrafı basına yansıdı. Daha önce çok talihsiz fotoğraflar gördüğümüzden sürekli tedirgin oluyordum ama artık içim epey rahatladı. Bu adam bu hırsla futbola da döner ve kaldığı yerden golleri yazar. ''Kurşun geçirmez efsane...''

25 Mart 2010 Perşembe

Meksika-İzlanda


Dün gece TSİ ile 02:00'de Meksika ile İzlanda hazırlık maçında karşı karşıya geldi. Meksika bol bol hazırlık maçı yaparak Dünya kupasına hazırlanıyor. Bu karşılaşmada Avrupa'da oynayan oyuncular yer almadı. Dolayısı ile Giovani Dos Santos'ta yoktu kadroda. Hemen ''Gio kadroya giremedi'' diye haber yapmak isteyenler varsa yazayım baştan.

Meksika maça;

........................... Luis Ernesto Michel..........................

...Aguilar.......Magallon......Valenzuela.....Jorge Torres....
 
.....................Torrado......Adrian Aldrete...........

...Efrain Juarez...................................Pablo Barrera.....

.........................Bofo.............................................

....................................Vuoso...............................

şeklinde bir kadroyla çıktı. Bu maçta çok sevdiğim Bofo, Vuoso ve Barrera'yı bir arada izleme fırsatı buldum. Tabi Aguirre genelde şans bulamayan oyuncuları da denemek istiyor. Bu bakımda değişik bir kadro gördük. Torrado ve Magallon as takım oyuncuları zaten. Dünya kupası kadrosunda olmları banko. Diğer oyunculardan da kadroya girecek olur ileride. 

Dün maçın adamı kesinlikle Pablo Barrera oldu. Zaten çok teknik ve hızlı bir oyuncu ama dün ekstradan bir hırs da vardı onda. Gerçekten süper bir maç çıkardı. Keza Bofo'da Barrera ile birlikte maçın iyilerindendi. Forvet arkasında etkili pasları, çalımları ve arapaslarıyla takımı pozisyona sokmaya uğraştı. Ancak aynı şeyleri Vuoso için söyeleyemeyeceğim. Meksika'nın zaten forvet hattı çok geniş, bu bulduğu şansları biraz daha iyi değerlendirmeli. Dün garip bir tedirginlik gördüm onda. Eli ayağına dolaşacak gibiydi. Zaten Meksikalılardan biraz tepki alıyor Arjantin doğumlu olduğu için. Bir de bu performansla oynarsa bir daha forma şansı bulması zor.

Maç 0-0 bitti ama zevkli bir karşılaşma oldu. Meksika genelde Barrera'nın bulunduğu sol kanatta geldi. Sağ kanatta garip bir şeklide aslında sağ bek olan Juarez oynadı. Aguierre öyle bir deneme yaptı ama o kanat çok etkisiz kaldı. Kalede Luis Ernesto Michel bana güven veren bir kaleci olmamıştır hiçbir zaman. Kötü değildi, güzel de 1-2 top çıkardı. Zaten refleksleri ve top karşılamasını beğeniyorum. Ama alan kontrolü çok zayıf geliyor bana. Amiyane tabirle biraz çizgi kalecisi diyelim.

İkinci yarı Sabah'ın da girmesi ile iyice bastırdı Meksika ama golü bulamadı. Sabah bu takım için önemli bir oyuncu ve sevdiğim bir forvettir. Ama dün o da çok şanssızdı. Ya direği vurdu ya da kaleciyi.

Maç sırasında sahaya dalan ve koşmaktan yorulan bir taraftar da gördük. Maçın ilginç anlarından biriydi. Bir ara kimse sahaya girip yakalamayacak sandım. Adam resmen koşmaktan yoruldu, sonra döndü Bofo'ya filan sarıldı...Maçın diğer ilginç ve güzel anıysa İzlandalı bir oyuncunun takla atarak kullandığı taçlardı. Maç içinde bir tebessüm bıraktı yüzümüzde.

23 Mart 2010 Salı

Hızlı düşün Hızlı oyna, Farkı yakala


Bir derbi maçına daha yaklaşıyoruz. Deplasmanda sıkıntı yaşadığımız bir gerçek. Uzun zamandır rakibimizi deplasmanda yenemiyoruz. Ali Sami Yen karnemiz kötü değil. Çoğu zaman yenmişiz. Ancak bu galibiyetlere bir bakalım.

2008: 1-0
2008: 2-1(Kupa)
2006: 3-2 (Kupa)
2004: 1-0
2003: 2-0
2001: 2-0

Bu maçlara baktığımız zaman lehimize olan durumlarda bile sıkıntı yaşamışız. Rakip eksilmiş ama fark yapamadığımız gibi gol yemişiz, erken gol bulmuşuz ama yine farka gidememişiz, rakip eksik kadroyla gelmiş farka gidememişiz, rakip iddiasız gelmiş yine farka gidememişiz…

Peki biz neden Fenerbahçe maçlarında kısır bir maç çıkartıyoruz. Neden zar zor bir galibiyet oluyor çok çok iyi oynasak bile. Bunları bir yazmamız ve düşünmemiz gerekir.

Fenerbahçe Parreira döneminde beri belli bir anlayışla oynuyor. Topa daha çok sakin olup, düşük tempoyla orta sahasına yüksek görev yükleyip rakibi de bu tempoya ayak uydurmaya zorluyorlar. Zico döneminde bu oyunla şampiyonlar liginde çeyrek final bile oynadılar. Hatta Chelsea’yi elemelerine ramak kalmıştı. Yine düşük tempoda oynayan bir Chelsea ile kafa kafaya götürmüşlerdi oyunu. Bizim maçlarımızı hatırlarsanız sürekli bu oyunu bize de kabullendirmek istiyorlar. Kendi sahalarında tempoyu kendileri yükselttikleri zaman bol pozisyon yakalayıp, tempoyu düşürerek bize pozisyon vermiyorlar. Selçuk gibi, Baroni gibi adamları bile bize karşı başarılı bu yüzden. Erken gol bulduğumuz derbilerde bile biz oyunu daha da forse edip rakibin üstüne çökemiyoruz. Bunun sebeplerinden birisi sürekli orta sahada ağır oynamamız ve yerleşik Fenerbahçe savunmasına karşı hücum etmeye kalkışmamız. Zaten bu yüzden bek olan Gökhan Gönül stopere geçtiğinde bile orayı zorlayamıyoruz.

Bu sene Fenerbahçe’yi zorlayan takımlara baktığımız zaman hep hızlı hücuma çıkan, savunmadaki boşluklarını değerlendirmeye çalışan, topu orta sahada ve geri çevirerek değil hızla ileriye atan takımlar olduğunu görürüz. Anahtar burada yatıyor. Sadece galibiyetin değil farkın anahtarı bu.

Bizde ise orta saha oyuncularımız maalesef çok ağırlar. Ağır derken hem topu ileri atmak konusunda hem de topla ilerlemek konusunda ağırlar. İlk Fenerbahçe maçımızda bu yüzden çok pozisyon verdik. Topu tutmaya çalışıp tutamadık ve kaptırdığımız zaman sürekli pozisyon verdik. Üstelik forvette Kazım oynarken. Bu maçta bunları yapmamamız gerekir. Yapmamız gereken Giovani, Keita gibi rakip savunmanın üstüne ve kaleye dikine gidebilen oyuncuları topla buluşturmak ve hızlı oynamak. Bilica, Lugano gibi tek hamleli stoperleri zorlamak.

Bu yüzden Mümkün olduğunca hızlı oynamalı ve Fenerbahçe’nin bu zaaflarını değerlendirmeliyiz. Oyunu tartalım, orta sahada kalabalık olalım, pas çevirelim mantalitesi bizi bozar. Alınacak galibiyet de en fazla geçmiş yıllardaki gibi tek farklı olabilir. Elimizde bu kozlar varken mutlaka bunları değerlendirmeliyiz. Dikkat derseniz yukarıdaki listeye 1 maçı almadım. O da 5-1'lik kupa maçı. Çünkü o maçta Ribery gibi, Neceti gibi hızlı oyuncularımız etkili kullanmış ve direkt kaleye giderek farka koşmuştuk. Eğer Hagi önce Ribery'i sonra da Necati'yi oyundan almasa bugün çok daha büyük bir farkı konuşuyor olurduk kesinlikle. 

Bu konuda kaptanımızdan tek ricam ağır ağır oynayıp, sürekli çalıma gitmemesi, topu alıp sağı soluna bakıp pas çevirmemesidir. Eğer oynayacak durumda olursa o da teknik kapasitesini kullanıp rakip kaleye bir an önce atak yapmak istemeli. Zaten Gio ve Keita bu tarzda oyuncular. Keita’da umarım bencillik katsayısını düşük tutar. 

Orta alan oyuncularımız; Barış, Mehmet, Mustafa, Elano kazandıkları veya aldıkları topları bir an önce bu etkili adamlarımıza aktarmalı. Geri pas ve yan pası en azından bu maçlık unutmalılar. Çünkü dediğim gibi sadece galibiyetin değil, farkın anahtarı da burada yatıyor.

Hızlı düşün hızlı oyna, farkı yakala…

18 Mart 2010 Perşembe

Uefa Avrupa Ligi Şampiyonu Benfica Mı?


Uefa Avrupa ligi ile ilgili ilginç bir istatistik var. Son 2 sezonda Marsilya'yı eleyen takımlar Uefa Ligi şampiyonu oldular. Önce Arshavin önderliğinde Zenit çok zorlanmasına rağmen elemişti Marsilya'yı, geçen yıl da Shakhtar. Bu sene ise Marsilya'yı eleyen kulüp Benfica oldu. Gerek kadrosu, gerek kendi sahasındaki atmosferi ile zaten etkili bir takım Benfica. Neden olmasın diyorum ben.

14 Mart 2010 Pazar

Diyarbakırspor ve Futbol'da Şiddet


Geçen haftadan beri hemen hemen bloga yazı yazmıyorum, daha doğrusu yazamıyorum. Çünkü giriş yaptığım zaman gözüme çarpan yazılar beni endişeye sürükledi. Aynı şekilde çoğu forumlara girmek, yazıları okumak istemiyor canım. Bunun sebebi geçen hafta Diyarbakırspor maçında çıkan olaylardı. Bugün Baskın Oran'ın yazısını okuyunca biraz soluklanma imkanı bulmuştum ki öğleden sonra yine olaylı bir maç seyrettik. Ben bazı insanların yazdıklarını okuyunca utanıyorum. İnsanlığımdan utanıyorum resmen. İçimizdeki küçük Hitler'leri görünce çocuklarımın bana ileride söyleyeceği şeyler için şimdiden utanıyorum. Ancak artık birşeyler yazmak ve içimi de dökmek istiyorum.

Öncelikle ne geçen hafta yaşanan vahim olayların ne de bugün yaşanan rezaletin savunucusu olmayacağım tabi. Ben herkesin bir bahane ürettiği meşhur ''Sulu'' derbi hakkında aynı tarafta yer aldığımız kişileri de en ağır eleştirmiş kişilerden biriyim. Ülkemizde maalesef futbol'da şiddet sorunu var. Her ne kadar bu konunun üstü kapatılmaya çalışılsada bu bir gerçektir. Tabi bazı gruplar kendi menfaatlerine ters düşeceği için başlarını kuma gömmeyi seçiyor. Sürekli bahane üretmeye çalışıyor. Geçen hafta sahaya atılan yumruk büyüklüğünde taş ile herhangi bir maçta sahaya atılan ufacık 1 kuruşun arasında bana göre fark yok. Bir insan keyif almak için gittiği bir karşılaşmada, gönülden desteklediği takımı görmek için gittiği karşılaşamada neden sahaya bir yabancı madde atma ihtiyacı hisseder bunu anlayamıyorum. Bir keyif oyununu, bir kişisel zevki mastürbasyon aracı olarak görmek ve kendini tatmin etmek asıl sorunumuz. ''İnsanlar bütün haftanın sıkıntısını atıyor'' orada diye bir argüman artık televizyonlarda ve gazetelerde bile karşımıza çıkıyor. Peki bu sıkıntıyı atmak işini o günü bir karnavala çevirerek yapmak varken, kavga-dövüş ve küfür ortamıyla yapmak niye? Tabi insanları böylesine modern zamanlar arenasındaki seyirciye döndüren ''Endüstriyel futbol''un bundaki payını atlamıyorum. O konu hakkında daha sonra ayrıntılı bir yazı yazmayı düşünüyorum. İnsanlara takım sevgisi yerine rakip takım düşmanlığı ve kulüp müşteriliği aşılayan sistemin çürüklerinden biri de bu şiddet.

Diyarbakır'da ve bugün İstanbul'da yaşanan olaylar 2 kesimi sevindirdi. Öncelikle ilkinden yani Diyarbakır cephesinden bakalım.

PKK, devletin Diyarbakırspor'u bilerek finanse ettiğini ve halkın futbol ile uyutulduğu tezini şiddetle savunur. Burada yazdığım ''Şiddetle'' kelimesi tam anlamıyla oturuyor herhalde. Bu yerine göre doğru bir sav olabilir. Salazar ve Franco 3F( Fado, Fiesta, Futbol) ile senelerce halkı uyuttu tezi meşhurdur. Tabi burada olayın uyuma kısmına da dikkat etmek lazım. Çünkü örgütün istediği uyumasınlar bilinçlensinler değil bize katılsınlardır. 1980 darbesi sonrası başlayan apolitikleşme süreci zaten yeni nesil gençleri bitirmiş vaziyette. Politika, Felsefe, Güzel Sanatlar gibi kavramlar yeni nesil için öcü gibi şeyler. Ben politikadan anlamam demek bir ''Karizma'' katıyor kişiye. Bu sebeple futbolla alakalı olmayan bu gençlerin zaten siyaset veya felsefe ile alakalı olacağını da düşünmüyorum. O boşluğu mevcut sistem mutlaka başka bir şeyle dolduracaktır. Politika ile alakalı olan kişiler de zaten futbol seyretse de seyretmese de kendi dünya görüşlerine göre fikirlerini genişletmeye devam edeceklerdir. Politika ile alakalıdan kastım tabi abilerden, babalardan, dayılardan görülen ve girilen siyaset değil. Okunulan öğrenilen, fikir yürütülen bir politika ve siyaset anlayışından bahsediyorum. Yoksa ''Biz babamızdan böyle gördük'' siyaseti zaten epey güçlü ve apolikleştirilmeye çalışılan kesimlerde onlar değil. Diyarbakırspor ve taraftarları kendi içlerinde tarihi bir fırsatı kaçırmıştır. Eğer gerçek bir politik tavır koyup tribünleri ona göre şekillendirebilseler, örgütlere bağlı kalmasalar ve özgün olsalar bir milat yaratabilirlerdi Türkiye'de. Mesela St.Pauli gibi ''Diyarbakırspor ırkçılığa karşıdır'' pankartları ile bezeseler tribünleri. Bir gamalı haça yumruklarını vurabilselerdi hatta Adana Demirspor'un Livorno ile yaptığı tribün kardeşliği temasını(Gerçi Diyarbakırspor'da Livorno ile kardeş kulüp sayılır) örneğin bir A.Bilbao, Celtic, Marsilya ile yapıp o kulüpleri şehirlerine davet edip ırkçılık karşıtı  turnuva düzenleyebilselerdi. Maçlardan önce bir ''Bandiera Rossa'' patlatıp Türkiye'nin muhalif kesimi olabilselerdi çok daha farklı bir tartışma yaşardık. Ama maalesef şehir bu ağırlığı kaldıramıyor. Daha doğrusu ülke kaldıramıyor. Che'nin kaleci olduğu ve futbolu sevdiği gerçeği(Hatta Emperyalist Amerikanın sporu Beyzbolu da severdi uykucu!!), Zapatistaların yine futbolcu ünlülerle kurduğu dirsek teması, Evo Morales'in ülkesindeki stadyum için verdiği savaşı yazmakta boynumuzun borcu. Onlar da çok uykucuymuş, pehh!!

Şimdi ikinci olarak değineceklerim ve yazacaklarım daha ağır olacak. Tayyip Erdoğan meclis konuşmalarından birinde; '' Şehitler gelsin de oylarımız artsın diye bekleyenler var.'' demişti.Yaptığı 1684651313 tane  gafa rağmen bu sözünü dikkate değer bulmuştum ve üzerinde epey düşünmüştüm. Diyarbakırspor için de benzer cümleler kuracağım. ''Diyarbakırspor maçında olay çıksa da adamlara sallasam.'' diye bekleyenler epey bolmuş memlekette. Avrupa'nın envayi çeşit takımı ile maç yaparken dahi Fenerbahçe'yi desteklemeyen güruhtan bazıları Diyarbakırspor maçında Fener yense duasına yatmıştı daha dün gibi. Peki bu denli nefret uyandıran ne? Ben insanların bu kadar keskin söyleyemeyecekleri bazı şeyleri Diyarbakırspor üstünden rahat rahat söylediklerini düşünüyorum. Kürt sorununa, Demokratik açılıma ''Faşist'' yaftası yememek için köşeleri azıcık törpüleyip yazanlar iş Diyarbakırspor'a gelince çok rahat sövebiliyor. Başka bir şehirde bu olaylar yaşansa aynı güruhun şu yazdıklarını yazmayacağına adım gibi eminim. Adım gibi...

Diyarbakırspor çok büyük ihtimalle küme düşürülecek. Belediyenin muhalefeti, devletin desteği, halkın benimsememesi derken kaçan fırsatı gören yok. Yine defolsun gitsinler girizgahları gırla gidiyor. Kendilerini kanun koyucu yerine koyanlar kararları hemencecik bağlıyor. ''Bir daha lige alınmasınlar.'' Batman Belediyesi de alınmasın mı, Vanspor'da alınmasın mı, herhangi bir Doğu Anadolu bölgesi takımı da alınmasın mı? Zaten PKK'nın da istediği o. İki taraf içinde hayırlı olur aslında. Arada bu milliyetçilikten midesi bulunan bizlerde rahatlamış oluruz.

Ayrıca Diyarbakırspor'un, Hizbullah terör örgütünün gündüz vakti sokak ortasında katlettiği Gaffar Okkan'a nasıl sahip çıktığını, tribünlerde devletin emniyet görevlisinin nasıl bir saygıyla anıldığını da unutur bu az tereyağlı, bol salça soslu milliyetçiler. Oyuncuların verdiği selamları unutur. Tribünlerdeki pankartları unutur. Faili meçhule düşen, yakalanan 3-5 göstermelik zibidilerin de elden kaçtığı o katliamı unutan ve unutturanlara inat Diyarbakırspor resmi sitesi hala yer verir Okkan'a.

8 Mart 2010 Pazartesi

Hayat Pahalı!!


''Belediye'nin o kadar parası yok. Kriz var ama hükümetin de yapacak bir şeyi yok. Ben de enkaz devraldım onlarda. Belediye'nin kaynakları kısıtlı.''

İ. Melih Gökçek

2 Mart 2010 Salı

Javier "Chicharito" Hernandez


Adı: Javier Hernandez

Doğum Tarihi: 01.06.1988

Mevki: Forvet

Oynadığı Takım: Chivas Guadalajara

Boy: 1.75 cm

Kilo: 62 kg.

Yaş: 21

İşte Meksika futbolunun yeni yıldızı. Başka bir yazımda kendisinden biraz bahsetmiştim. Ancak ayrı bir paragraf açmak ve ayrıntılı tanıtmak lazım artık. Hernandez, Chivas gibi altyapıya önem veren ve yabancı oynatmayan bir takımda yetişti. Kanada'da düzenlenen 20 yaş altı Dünya şampiyonasında Giovani Dos Santos, Carlos Vela gibi isimlerle birlikte kadroya dahil olmuş ve oynama fırsatı bulmuştu. Zaten yetenekli olduğundan şüphe yoktu ama asıl sorun ilerleme kaydedip kaydedemeyeceği idi. Çünkü her ne kadar yetenekli olsa da alt takımlarda Gio gibi, Vela gibi, Villluz gibi ondan daha çok dikkat çeken isimler oluyordu.

Chicharito, Apertura 2008'de hemen hemen hiç oynayamasa ve çok çok az süreler alsa da Clasura 2009'da yavaş yavaş aldığı süreleri uzatmaya ve ilk 11'e yerleşmeye başladı. Ardından gelen Apertura 2009'da ise tam anlamıyla bir patlama gerçekleştirdi. Tam 11 gol sığdırdı 17 maça. Üstelik takım da iyi gitmiyordu. Ben bu kadar kısa süre içerisinde bu kadar büyük çıkış yakalayan bir oyuncu daha görmedim hayatımda diyebilirim. Tam anlamıyla her şeyi oturdu Hernandez'in. Artık hem sorumluluk alabiliyor hem takım arkadaşları ona güveniyor. Takımın en önemli kozu haline geldi bir anda. Böyle bir patlama Omar Arellano'dan beklenirken ondan geldi üstelik. 

Her yönden komple bir forvet gibi. Sanırım tek eksisi boyunun biraz  kısa oluşu. Ama daha uzun olsa bu kıvraklıkta ve estetikte olur muydu bilemiyorum. Gerçi kısa boyuna rağmen hava toplarında etkisiz de diyemeyiz. Kafa ile attığı gollerde mevcut. Kendini boşa çıkartmasını çok iyi biliyor. Tekniği iyi derecede. Ayrıca ceza sahası dışından da iyi vuruşları var. Son vuruşlarından bahsetmeye gerek bile yok zaten. Hiç boş bırakmaya gelmeyecek bir oyuncu. Adeta gol için yaratılmış birisi. Tabi bu özellikleri onu daha fazla Meksika A takımından uzak tutamadı. Geçen haftalarda Bolivya ile oynanan hazırlık maçına davet edildi ve 2 gol de orada attı. Kısacası durdulamıyor efendim. Bu sene Clasura 2010'a da müthiş başladı. 8 maçta 7 golü var. Ama çok daha fazlası da olacak gibi bu oyunuyla.

Daha önceleri Dünya kupası şansı zor da olsa var, eğer bu formunu devam ettirir ve Clasura'ya da böyle başlarsa kadroya girebilir diyordum ama artık kesinlikle kadroda olur diyorum. Clasura'ya iyi istatistiklerle başlamakla kalmadı çok iyi de oynuyor. Avrupa'ya transferi de bu formuyla çok uzak değil.

1 Mart 2010 Pazartesi

1 Mart Üsküdar Vapuru Faciası







1 Mart 1958. Türkiye denizcilik tarihinin en büyük sivil kazasının yaşandığı tarih. İzmit iskelesinden kalkan Üsküdar vapuru sonraki durağı olan Gölcük'e varamadan batıyor ve ortaya çok büyük bir facia çıkıyordu. Benim yengem iki kardeşini bu facia da kaybetmiş. Zaten o dönem de her evin önünden bir cenaze kalkmış Gölcük'te, Değirmendere'de ve Karamürsel'de. Bu ilçelerde bir lise bulunmadığından buradaki öğrenciler lise eğitimi için İzmit'e gidiyorlarmış. Tabi İzmit'e ulaşımın en kolay yolu da deniz. O zamanlar kara ulaşımı bu kadar gelişkin değil. Üstelik günümüz şartlarında bile hala körfezi denizden geçmek hem daha kolay hem daha rahat. İzmit Sanat Enstitüsü, İzmit lisesi, İzmit Kız Sanat Enstitüsü gibi çeşitli okullarda okuyan öğrenciler bu yolla ulaşımını sağlarmış. O zamanlar cumartesi günleri yarım gün eğitim olduğundan yine 1 Mart 1958 günü okullarına gitmişler. Ancak ne olduysa dönüş yolunda olmuş.

Saat 12:30'da kalkan vapur kimisine göre haddinden fazla yolcu aldığı için batıyor, kimisine göre bir anda çok değişen hava koşullarından dolayı alabora oluyordu. Kazadan az sayıda kurtulan kişilerden olan Hikmet Ağaçkoparan olayı şöyle anlatıyor;

O tarihte ben, İzmit Sanat Enstitüsü’ne gidiyordum. Okul o zaman da bu günkü yerindeydi. 3. sınıfa gidiyordum. 

Değirmendere İzmit arasını vapurla gidip gelirdik. Kara yolu bu kadar güzel değildi o zamanlar ve kara yolu ulaşımı daha kısıtlıydı. 1 Mart 1958 cumartesi gününe rastlamıştı. O zamanlar cumartesi yarım gün okul vardı. Hafta sonu olduğu için İstiklal Marşı merasimi sonrasında, müdür muavini konuşma yapardı. O gün konuşma biraz uzun sürdü. Vapur 12.30 da kalkıyor, saat 12.00 da çıkmamız gerekirken 12.15 te serbest bıraktılar. Bir fırtına başladı ki inanılmaz. Demiryolu boyunca koşa koşa gidiyorum, ağaçlar devrilecek gibi… Vapur iskelesine vardığımda vapur insanların binmesi için iskeleye uzatılan küçük iskeleyi almış, halatları çözmüş gidiyordu. İskeleye 7 dakika erken gelmeme rağmen vapur kalkması gereken saatten 7 dakika erken kalkmıştı. Fırtına çıkıyor diye… Bindik vapura gayet normaldi. Biliyorsunuz, O zaman buharlıydı “çaf çuf çaf çuf “ sesler arasında 72 numara Üsküdar vapuru… Ve vapur hareket etti. Ben alt katta oturuyordum. Seka’nın önlerine gelmiştik. Şangır şungur alt katın camları kırılmaya başladı, üst kata çıktım. 

O gün beden eğitimi dersi olduğu için çantamda eşofmanlarım ve ayakkabılarım vardı. Millette ve arkadaşlarımda bir telaş başladı. Can yeleklerini almaya çalışıyorlar, koşuyorlar. Bense gayet sakin ve soğukkanlıydım. O zaman çok zayıf sportif bir yapım vardı. Kendi kendime niye acele ediyorlar bunlar falan diye düşündüm. Biletçi Kamil vardı , ”korkmayın birşey olmaz yavaş yavaş gideceğiz böyle” dedi. Kaptan köşkünden çan sesi geldi “çan çan çan”… Ve gemi aniden sol tarafa doğru yatmaya başladı. Yukarıdan bir gürültü koptu. Kaptan köşkü kopmuştu. Kaptan köşkü kaptanla birlikte denize uçtu. Gemi idaresiz kalınca dümen sol tarafa döndü, sol tarafa doğru battı. Sürgülü bir kapı vardı dışarıya açılan, sağa çekersen kapanıyor sola çekersen açılıyor. Gemi sola yatınca kapı açıldı, ardından içeriye sular doldu.


Dünya önce masmavi sonra yeşil oldu, kahverengiye döndü ve simsiyah oldu. Geminin dibe oturduğunu hissettim. O anı çok iyi hatırlıyorum. Ciğerlerimin patlayacak gibi olmuştu. Oradan nasıl olduysa Allah’ın hikmeti o kapıdan daldım, yukarı çıktım yukarısı kaptan köşkü orası uçmuş açık… Oradan suyun üstüne çıktım ama suyun üzerine çıkarken hani bir denizaltıdan füzeatarsın ya, aynı o şekilde roket gibi denizin üzerine fırladım. Ayaklarımın denizden kesildiğini hissedecek kadar son sürat çıktım. Burnumdan ve kulaklarımdan kan geldiğini hissettim, yüksek basınç sebebiyle… Sonra poff diye denizin içine düştüm. Sağa sola baktım denizin üstü insan doluydu. Deniz öyle bir çalkantılı ki bir bakıyorsun Kavaklıyı görüyorsun biraz sonra Seka’nın arkasındaki dağları görüyorsun, tam bir can pazarı.30 metre kadar ileride kaptan köşkünün parçasını gördüm. Üstünde aletler vardı, karmakarışık yüzerek üstüne çıktım. Gölcük’ten aynı okula gelen Nuri adında bir arkadaş vardı. Yine okuldan Turgut ve Çiğdem isimli arkadaşlarda oradaydı. Çiğdem bir süre sonra kendini denize attı, herhalde soğuktan donmuştu. Turgut’ta Çiğdem diye bağırarak O’nun arkasından kendini denize attı. Gözümün önünde oldu ve sonradan bulunan cesetlerde bile ikisi de çıkmadı. Bir ara kaptanı gördüm, yüzerek kaptan köşküne giderken… Sizi kurtaracaklar, hiç merak etmeyin birşey yok battık işte falan dediğini hatırlıyorum. Kaptan köşkünün üzerine tırmandığımda kolumdaki saate baktım 12.59 da durmuştu. Uzaktan bir karaltı gördüm, denizaltı silueti olduğunu anlamam uzun sürmedi. Uyandığımda geminin içindeydim. Astsubaylar bana çay veriyordu. Halat atarak beni gemiye almışlar hiç hatırlamıyorum. Saat 17.30 gibi olmuş. Denizaltı iskelesinde geminin içinde uyandığımda çalışan makinelerin gürültüsünü hatırlıyorum. Titreyerek uyandım. Ne oldu bize diye soruyordum etrafımdakilere. Yazışmalar, zapıtlar gereken her şey bittikten sonra evdekiler beni teslim aldı.

Tekrar okula gittiğimde okuldan 38 kişinin kayıp olduğunu öğrendim. Sınıfın yarısı boştu. Sonrasında vapurlar değişti. İstinye, Beylerbeyi, Yeniköy falan geldi Çocuğu ölen bir aile beni görünce ben yolumu değiştiriyordum, hep bana soruyorlardı. Oğlum nerde, kızım nerde? Takip eden günler daha da kötüydü. Okula neredeyse her gün polis, savcı gelip bulunan cesetlerin teşhisi için beni götürmeye başladı. Devlet hastanesine birkaç kere gittim ceset teşhis etmeye. Onları gördükçe daha da moralim bozuldu. Bu ceset teşhis etme işi okulu bırakmama sebep oldu. O günlerde Gölcük ve Değirmendere’de her evin önünden bir, bazılarından iki cenaze kalkıyordu. Cenazesini bulup kaldıranlar da mutluydu üstelik… Uzunca bir süre hayat normale dönmedi. Arama taramalar sürerken kimse körfezden balık yemiyordu. Yaklaşık bir ay sonra askeri gemiler Üsküdar Vapuru’nun enkazını çıkarttı. Bulunamayan cesetlerin bir kısmı da enkazın içinden çıktı.-Sinir sistemim bozuldu, başkasının kullandığı araca hala binemem. Bu yüzden olduğunu düşünüyorum, motorsiklet kullanmayı çok severim. Rahmetli ağabeyim beni çok doktora götürdü. Bütün doktorlarda kendi kullandığı araca binsin doğayla iç içe olsun tavsiyelerinde bulundular. Hala iki tane motorum var, beni çok rahatlattığını hissediyorum. Denizaltılara merak saldım, Tersaneye işe girdim. Orada çalıştım o gemilerde hizmetler verdim. Çok da başarılı oldum takdirnameler aldım. Hayatımı kurtaranın bir denizaltı ve askeri personel olması benim denizaltılara olan ilgimi ve askeri personele sevgimi arttırmıştı Tersanede çalıştığım sürece askeri personel ile çok iyi ilişkilerim oldu. Askere gitmek için ayrıldım ve askerden sonra tekrar iş başı yaptım, iki kez daha takdirname aldım. Bir süre sonra Tersane’den ayrıldım ama Tersane’den ayrıldığıma hala pişmanım.

Ölü sayısının kimine göre 300 kimine göre 500, devlete göre 100 küsür olduğu büyük bir faciadır Üsküdar. Ancak hatırlanmayan ve unutulan bir acıdır aynı zamanda. Amerikan filmlerindeki gemi kazalarından haberdar olanların bilmediği faciadır Üsküdar. Çünkü ne doğru dürüst bir belgesi, ne de doğru dürüst bir belgeseli olmayan faciadır. Ancak olayı yaşayanlardan veya görenlerden duyabileceğiniz hikayeleri vardır.

Bu faciadan sonra Gölcük'te Barbaros Hayrettin Lisesi kurulmuş ve öğrenciler eğitimlerine burada devam etmişlerdir. Ben de öyle tabi. Ancak kader 1999 yılında bu sefer karadan gelerek aynı okulun bir çok öğrencisini yine alıp götürmüştür.

Sahiplenme Yarışı

Giovani Dos Santos'un dün akşam Kasımpaşaspor'a karşı sergilediği müthiş futbol herkesin başını döndürdü. O kadar başı döndü ki insanların eskiden ne söylediklerini bile unutur hale geldiler. Fos Santos diye yazanlar bugün Fos değilmiş, çok iyi adammış sene sonunda bonservisi alınmalı diye yazıp çiziyor.

Giovani için uzun uzun analizler yapmıştım çeşitli forumlarda. İhtiyacı olan 2 şey var, ilki yanına bir forvet ikincisi biraz özgüven demiştim. Bugün itibarıyla yanında bir forvet olunca çok daha etkili olduğunu görebiliyoruz. Ancak hala henüz tam hazır değil. Gio bundan çok daha iyi olacak potansiyelde bir oyuncu. Bu sebeple sabır göstermek ve takıma alışmasını beklemek gerekir. Tabi yine çok bilmişler çıkıp eleştiriye başlayabilirler. Olsun bu ülkemizin sorunu. İlla ki yeni gelen bir oyuncuya sallama ihtiyacı duyarız. Ancak Giovani'ye daha 3 gün öncesine kadar demediğini bırakmayanlar şimdi kalkıp; ben sabır gösterilesin dedim, yok Barça boş adam oynatmaz, yanında forvet yoktu ondan kötüydü diye yazınca sahiden şaşırıyorum. Yahu susun da adam sansınlar bari.